Ekolojik sorumluluk ve doğayla dönüşen ilişki

Deniz Burak BAYRAK
Yaşamımızın önemli bir parçasına dönüşen sosyal medyada her gün onlarca şiddet içerikli video üzerimize boca ediliyor âdeta. Bunların çoğu dünyayı, sokakları, evleri birlikte paylaştığımız, yaşamımızı güzelleştiren hayvanlara yönelik olanları. İnsan, tarih sahnesine çıktığından beri kendini üstün olarak görüp başka her varlığa eziyet edebilme gücünü meşru gördüğü için mi bunu yapıyor bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki özellikle devlet aygıtının buna “Dur” demediği, türcü bir yaklaşımla insan dışı her şeye şiddeti cezalandırmadığı bir zeminde şiddetin, ötekileştirmenin ve katliamların bitmeyeceği bir distopyaya doğru koşuyoruz.
Neyse ki sanat var. Salt Beyoğlu’nun üç katına yayılan ‘Hayvanların Yaşamı’ sergisi ciddi bir yapıt topluluğu ve anlamlı bir kavramsal çerçeve ile bu konuya eğiliyor. Son aylarda belediyelerin sokak hayvanlarını topladığı ve toplu bir katliama onay verdikleri bir konjonktürü yaşadığımız Türkiye’de, bu sergi iyi bir savunma hattı kuruyor hayvanlara yapılan hukuksuzluklar ve yaşam hakkı ihlallerine karşı.
Sergi adını Güney Afrikalı, Nobelli yazar J. M. Coetzee’nin aynı adlı romanından alıyor. Yazar bu romanında insan merkezci bakışı sorguluyor ve hayvana yönelik empati ve şefkati irdeliyordu. Serginin düşünsel çatısını ise 2023 yılında ölen, Almanya-Irak kökenli aktivist sanatçı Lin May Saeed’in hayvanlara karşı zorbalıkları yerdiği işleri oluşturuyor. Saeed’i işlerini yerli-yabancı birçok sanatçı destekliyor.
İNSAN-DOĞA İLİŞKİSİİstiklal Caddesi’nin gürültüsünden ve kalabalığından mekânın Forum alanına girdiğinizde o gürültüden pek eser kalmıyor. Burada ziyaretçileri birtakım hayvan sesleri karşılıyor. Buranın ismi ‘Ses Mekânı’ ve birçok hoparlörden dikkat çeken sesler duyuyorsunuz. Bu bazen bir farenin kahkahası olurken bazen bir balinanın şarkısı çalınıyor kulağınıza. Bu çok sanatçılı işin açıklamasını okurken eko-akustik ve zoomüzikoloji gibi kavramlarla karşılaşacaksınız. Okurken ve dinlerken sanatçıların bu disiplinlerde çalıştıklarını ve onların saha kayıtları ve ses işlerinden oluştuğunu anlıyorum. Bu hoparlörlerin tam karşısında ise David Maroto’nun Çatalhöyük’ten esinle mekâna özgü hazırladığı iki parçalı duvar resmi var. Maroto, insan-doğa ilişkilerinin sürekliliğine dair yerleşik anlatıları sorguluyor.
2’nci ve 3’üncü katlarda malzeme ve eser çeşitliliği değişiyor, artıyor. Hareketli görüntü, resim ve enstalasyonlarla birlikte nakış, gravür, tekstil ağırlıklı çalışmalar yoğunlukta bu katlarda. Tahakküm, hayvanların özgürleşmesi ve çoğu kişinin çok da umursamadığı ekolojik sorumluluk gibi temalarda eserler göze çarpıyor. Özellikle Mine Yıldırım’ın arşiv ve araştırma projesi ‘İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri’ne özellikle değinmek gerek. 1910 yılında 80 binden fazla sokak köpeğinin şehrin en uzak ve küçük adası olan Sivriada’ya sürgün edilmesinden günümüze, İstanbul’da köpeklerin yaşamını kuşatan söylemlerin, değişen mekânsal politikaların, idari ve hukuki süreçlerin izini süren Yıldırım, arşiv belgeleri ışığında, köpeklere yönelik şiddetin değişen biçimlerini ve ona karşıt bir güç olarak gelişen özen, merhamet ve koruma anlayışını ortaya koyan bir zaman akışı sunuyor. Joanna Zielińska ile Fatma Çolakoğlu tarafından programlanan Hayvanların Yaşamı, 10 Ağustos’a kadar ücretsiz olarak ziyarete açık.
BirGün