Avrupa'da radikal sağ dönemi başlıyor

Politico’nun seçim anketleri olsun Europe Elects’de yayınlanan bilgiler olsun Avrupa’da radikal sağın hızlı bir yükselişine işaret ediyor. Esasen gün geçmiyor ki dünya medyasında bu doğrultuda bilgiler yer almasın.
Almanya’da AfD şimdiden en çok oy alan parti konumunda, Şubat ayındaki genel seçimlerde %20,80 olan oyunu 6 ay içinde %25’lerin üstüne çıkarmış durumda. Yani artık her dört Almandan biri AfD’li.

Birleşik Krallık ile ilgili seçim anketleri daha da ilginç. Nigel Farage’nin Reform Partisi %31’i geçerken iktidardaki İşçi Partisi ancak %20’ye ulaşabiliyor, öteki tarihsel parti Muhafazakarlar ise %19’da. Bu rakamlara göre Birleşik Krallıkta neredeyse her 3 kişiden biri radikal sağcı.

Fransa’daki durum zaten biliniyor. Yeni adı Ulusal Birlik olan Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si çok uzun bir zamandan beri Fransa’nın en çok oy olan partisi. Fransız derin devleti bu partinin yükselişini çeşitli yöntemlerle, seçim sistemi değişiklikleriyle ya da ittifaklar oluşturarak engellemeye çalıştı. Ancak her seferinde radikal sağ partinin oyları daha da arttı.

İtalya’dan söz etmeye ise gerek yok. Başbakan Giorgia Meloni radikal sağa yakın bir lider ve zaten onunla koalisyon halinde iktidara gelmiş durumda. Avrupa’nın 4 büyükleri bu haldeyken diğerleri de üç aşağı beş yukarı benzer durumdalar. İspanya’da sosyalist Pedro Sanchez ayrılıkçı Katalanların desteğiyle şimdilik idare etse de ilk seçimde yerini sağ ve radikal sağ ittifakına devredeceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Peki, bu durum geçici mi? Radikal sağdaki bu yükseliş sadece son yıllarda ekonomik sığınmacılara kapıların fazlasıyla açılmış olmasından dolayı mı? Avrupa’ya ve Avrupa’nın kadın-erkek eşitliği ilkelerine uyum sağlayamayan İslamcı göçmenlere ve cihatçı teröre duyulan tepkinin bir sonucu mu?
AVRUPA’DA AMERİKAN RÜZGARI
Bu saptamalar doğru ancak yetersiz, Avrupa’da radikal sağın yükselişinde göç konusu dışında bir yığın ekonomik, sosyal ve kültürel nedenler bulunmakta. Bir anlamda içinde yaşadığımız dönemin yeni trendi bu. Liberal küreselcilik ve serbest ticaret dönemi kapanırken yeni dönemin üst yapısı da woke düşüncesini, iptal kültürünü, nihilist liberteryen aşırılıkları terk ediyor, kendine has siyasal değerler oluşturuyor.
Ancak bu çerçevede en dikkat çekici olgu Avrupa’daki politik eğilimlerin ABD’deki gelişmelerden doğrudan etkilenmesi. Avrupa’daki radikal sağ, Trump ve onun MAGA (Amerika’yı yeniden harika yap) akımıyla oldukça önemli paralelliklere sahip. Esasen Trump 2016’da ilk kez Başkanlık koltuğuna oturmadan önce de Amerikan sağının Avrupa’daki kardeş örgütleri üzerinde önemli etkileri vardı ama bu kez ilişkiler daha da sıkı.
Bu çerçevede ABD Başkan Yardımcısı Vance’ın 14 Şubat’ta Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmanın Avrupa radikal sağı için bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Sağ ve sol liberallerin radikal sağa karşı izledikleri tecrit ve linç etme politikalarını, radikal sağa karşı güvenlik kordonu oluşturarak onu susturma çabalarını eleştiren Vance’ın uzun söylevi tarihsel bir değişime işaret ediyordu. ABD Başkan Yardımcısı, Avrupa devletlerinden “politik sınırlarını” genişletmelerini ve radikal sağı düşünce özgürlüğü çerçevesinde kabul etmelerini istiyordu.

Vance, Konferansta Avrupa Birliği’ne sert eleştirilerde bulundu ve onu Romanya’da yaptığı gibi meşru seçimleri iptal ettirmekle ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamakla suçladı. Vance’ın söylemi adeta Avrupa radikal sağının seçim propagandasına benziyordu o kadar ki Avrupa Birliği kurumlarını bürokrasi ve keyfi kararlar açısından eleştirirken onların Brüksel’e yıllardır yönelttikleri suçlamaları tekrarlıyordu.
ABD 80 YILDIR AVRUPA İÇİN BİR PUSULA
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’deki tüm gelişmelerin zaman içinde Avrupa’ya da sıçradığı izlendi. ABD’de başlayan tüketim toplumu az gecikmeyle de olsa hemen eski kıtaya yayıldı. Bu sistemin üst yapısını oluşturan Hollywood kültürü, narsisizm, gösteri toplumu ABD’den Avrupa’ya aynen taşındı.
Avrupa’da ABD’den etkilenme hem sağ hem de sol için oldu. ABD’deki hippy hareketinin ve Vietnam savaşı karşıtı gösterilerin Fransa, Almanya hatta Türkiye’ye kadar uzanan 1968 gençlik eylemleri üzerindeki etkisi çok açıktır.
ABD’nin savaş sonrası Avrupa’yı nasıl düzenlediğini biliyoruz. Bu süper gücün Avrupa’daki eski Nazi istihbarat ajanlarını antikomünist faaliyetlerde kullandığını, Almanya’yı nasıl yeniden kurduğunu, İtalya’da mafyayla yaptığı işbirliğini, genel olarak merkez sağ partileri öne çıkardığını, çeşitli sol karşıtı kampanyalarını sayısız belge ve araştırma ile öğrendik. Bir bakıma ABD ve NATO üyeleri arasındaki ilişki büyük ağabey Sovyetler ile Varşova Paktı’ndaki kardeşleri arasındaki gibiydi.
Aynı şekilde Avrupa’daki sol hareketin 60’ların sonu ve 70’lerin başında Moskova ve Pekin yanlıları diye bölünmesinde ABD’nin Sovyetlere karşı Çin’le ittifak yapma çabalarının önemli rolü olmuştur. Daha sonraki dönemde bir yığın antisovyet ve Marksizm karşıtı yayınların ABD’den fonlanarak Avrupa’ya ulaştığını gördük, “Yeni Filozoflar” akımını, Avrupa genelinde binlerce tanınmış aydının bu liberal fırtınada soldan nasıl kaçarcasına uzaklaştıklarını da yaşadık. Bu gelişmelerde elbette ABD istihbaratının ve yumuşak gücünün rolü büyüktü.
90’larda Amerika’da başlayıp Avrupa’ya yayılan “yuppie” yaşam biçimi akımını izledik, sermayenin, ürünlerin ve kişilerin sınırsız serbest dolaşımına yönelik bitip tükenmez övgüleri dinledik.
Avrupa Birliği’ne bu şekilde serbest piyasacı bürokrat kimliği kazandırıldığını kavradık. Bu fikir akımlarında, modalarda, eğilimlerde hep merkezde ABD vardı ve ardından Avrupa geliyordu. Johns Hopkins Üniversitesi’nden Fukuyama liberal kapitalizmin tarihin sonu olduğunu (!) ilan ettiğinde alkışlayan ve benzeri fikirleri tekrarlayanlar Avrupalı aydınlardı. Harvard Profesörü Huntington uygarlıkların çatışmasından söz ettiğinde destekleyen yine onlardı.
Avrupa toplumunda “inovasyoncu kapitalizmin” göklere çıkarıldığı, sayısal ekonominin tüm eski değerleri alt üst edeceğinin söylendiği, İnternet ve bilgi toplumu hakkında heyecanlı teoriler uydurulduğu 2000’lere doğru tüm bu “yeniliklerin” kaynağı yine ABD değil miydi?
İşte şimdi aynı ABD bu kez Avrupa’ya Trump çizgisini yani eski model milliyetçi aşırı sağ ile Silikon Vadisi milyarderlerinin liberteryen ekonomi teorilerinin bir karışımını dayatıyor. Eskileri hevesle kabul edenler elbette buna da “hayır” demeyecekler. Kazanın doğurduğuna inanıyorlar da öldüğüne mi inanmayacaklar?
Bu bakımdan, Almanya’da AfD’nin, İngiltere’de Reform Partisi’nin, Fransa’da Ulusal Birlik’in yükselişleri gelip geçici değil tiyatro perdesi yeni açılan yaşadığımız dönemin baskın eğilimidir. Hiç kimse kuşku duymasın Yeşiller ve benzeri akımlar tarihe karışırken, merkez sağ radikal sağa entegre olacak ve önümüzdeki dönemde Avrupa’da hemen her yerde ABD’de olduğu gibi iktidarda radikal sağı göreceğiz. Muhalefette de liberallerin entegre olduğu sosyal demokrat partiler olacak genellikle.
YENİ AVRUPA POLİTİKASI
Peki, önümüzdeki dönemde Avrupa’da dikkat çeken uygulamalar ne olacak? Belli ki Avrupa’nın önümüzdeki yıllarda yapacakları bugün ABD’de görülenlerden pek farklı olmayacak. Örneğin ABD’de 1 buçuk milyon kaçak göçmenin sınır dışı edildiğini dikkate aldığımızda Avrupa’daki göçmenleri de sıkıntılı günlerin beklediğini söyleyebiliriz. Giderek ulaşılmaz bir kale halinde kendini koruyacak olan Avrupa’ya yeni göçmenlerin gelmesi de oldukça zor olacak. Daha önemlisi bugüne dek Avrupa’nın dünyada bir ayrıcalığı olan sosyal hakların kısılacağını da öngörmemiz gerekiyor. Maalesef Avrupalı çalışanlar için zor günler geliyor.
Toplumsal sorunlar çerçevesinde uyuşturucu tüketimi, gönüllü evsizlerin sokak işgalleri, asayiş suçları gibi konularda Avrupa devletlerinin daha sert, daha güvenlikçi ve muhafazakar bir çizgiye gelmeleri de kaçınılmaz.
Yeni dönemde hemen tümü NATO’ya da üye olan ülkelerden oluşan Avrupa’nın ABD dış politikasına iyice yaklaşacağı sanılıyor. Çin’e ve Rusya’ya karşı Trump’la birlikte olacaklar. ABD’nin Rusya’yı Çin’den koparmaya çalışan girişimlerine istemeyerek de olsa destek verecekler. Radikal sağ partiler Avrupa ülkelerinde teker teker iktidara geldikçe bugün dahi daha çok sembolik ve Arap seçmene selam içerikli görünen sözde Filistin yanlısı politikalar da terk edilecek. ABD ve Avrupalılar arasında işte asıl o zaman su sızmayacak.
Ben bu tür öngörülerde bulununca sanırım dünyanın değiştiğini anlamayan kimileri bu değişimin mümkün olmadığını, Avrupa’nın bu konulardaki eski tavrını kolay kolay terk etmeyeceğini söyleyeceklerdir. Avrupa medyasından, aydınlardan, kamuoyundan söz edeceklerdir. Böyle düşünenler son 80 yılda ABD’nin Avrupa’yı nasıl dizayn ettiğini anlamamış olanlardır. Belli dönemlerde hitap ettikleri izleyici kitlesine göre daha bağımsız tavır alan ana akım medya bile gerektiğinde tarafını belli edecektir. Hiroşima’ya nükleer bomba atıldığı gün bunu bir müjde olarak sunan Fransa medyası gibi. O dönem Albert Camus hariç tüm Fransız gazetecileri komünistinden dincisine atom bombasını gayet makul bir silah olarak değerlendirmişlerdi. Örneğin bugün çok tuhaf olarak görülecek olan bu tavır o tarihte ABD ile işbirliğinin bir gereği sayılıyordu.
AVRUPA’DA SIKINTILAR VE AŞIRI SAĞ
Tüm bu nedenlerle, bugün çoğu Trump’ı sert bir dille eleştiren, onunla alay eden, ABD’de olup bitenleri faşizm tehlikesi olarak değerlendiren Avrupa medyasının çark ettiğini göreceğimizi sanıyorum. Avrupa’da kamuoyunun eskiden şiddetli Trump karşıtı olan kesimlerinin yavaş yavaş tavır değiştireceklerini düşünüyorum.
Bu noktada yeniden neden Avrupa’da radikal sağ ilerliyor sorusunun cevabına dönelim. Neoliberal küreselcilik döneminde Batı Avrupa ülkelerindeki sermaye, emeğin ucuz olduğu yükselen ekonomilere kaymış ve bu gelişme eski kıtada birçok fabrika ve işyerinin kapanmasına yol açmıştı. Buna ek olarak dolaşım özgürlüğü nedeniyle Avrupa’ya doluşan ve çoğu zaman düşük ücretle çalıştırılan yabancı işçiler Avrupa işçi sınıfını ekmeğinden etmişti. Üstüne üstlük liberal nihilizmi ve politik doğruculuk nedeniyle devletler uyuşturucu ve asayiş konularda çok yumuşak davranınca Avrupa halklarında bir”terk edilmişlik” duygusu uyanmıştı. Aşırı sağ bu ortamda kök saldı.
Avrupa’nın zengin ülkelerinin kendilerini “dünya vatandaşı” olarak gören burjuva sınıfları bu tepkileri yıllardır kulak arkası ediyorlar, radikal sağın yükselişini palyatif önlemlerle geçiştireceklerini sanıyorlardı. Avrupa Birliği bürokrasisinin eski kıtada Nazizmi geliştirir korkusuyla düşünce özgürlüğünü engellenmesi nedeniyle bunu kısmen başardılar da. Ancak ABD’de Trump’ın iktidara gelmesi şimdi tüm dengeleri değiştiriyor.
10 Ağustos tarihli yazımda da belirttiğim gibi kapitalizmin döngüleri vardır. Trump’ı gelip geçici ve sadece bir çılgın olarak görenler kapitalizmin bir döngüsüne bakıp liberalizmi bu kavramın tümüne mal ediyorlar. 1980’lerden itibaren başlayıp 2020’lere kadar süren 40 yıllık neoliberal küreselciliği ideolojik nedenlerden dolayı sistemin en mükemmel hâli ve kapitalizmin ta kendisi sanıyorlar. Oysa sistem şimdi Trump’la yeni bir döngüde ve önümüzdeki yıllarda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Peki, eskisinden daha mı iyi olacak? Tabii ki hayır. En azından, Trump sonrası gelişmelerin ne iyi ne kötü olacağı söylenebilir. Tarihin ve sistemin bir çizgi dahilinde sürekli daha iyiye gideceğini sananların bu temel yanılgısına katılmayalım. İnsanlık tarihinde geri dönüşler çoktur.
Önümüzdeki yıllar ilk bakışta Batı dünyasında sağ ve bayağı katı sağ olacak gibi görünüyor. Kapitalizmin eşitsiz ve sosyal haklar karşıtı yüzünü daha yakından tanıyacağız. Ancak sisteme karşı sert tepkiler de göreceğiz ve ortaya çıkacak sonuç insanlığın özgür iradesine bağlı olacak. Bu da umutlu olmamız için bir neden.

AVRUPA VE SİYASAL İSLAMCILIK
Son olarak dikkat çekmek istediğim nokta şu: Trump’ın Ortadoğu için merkezinde İsrail bulunan yeni bir yapılanma istediği çok açık. Tüm Arap ve İslam devletlerini de İbrahim Anlaşması adını verdiği projeye katmaya çalışıyor. Bunu herkes kabul ediyor ama nedense bu stratejinin Büyük Ortadoğu projesinin bitmesi anlamına geldiğini kimse görmek istemiyor.
Büyük Ortadoğu Projesi siyasal İslamcılığa ve İslami rejimlere belli bir yer ayırmaktaydı. Oysa Trump ve ekibinin değişik konularda gösterdikleri duruşa bakıldığında ABD için o defterin artık kapanmış olduğu açık ve net bir şekilde ortada. Obama ve Biden zamanında ABD’ye getirilmiş olan İslamcı vaizler, siyasal İslam sözcüleri ve İslami dayanışma kurumu temsilcileri birer birer ülkeden kovuluyorlar. ABD kongresi yakında Müslüman Kardeşlerin terör örgütü ilan edilmesini tartışmaya başlayacak. Trump yönetiminin Hamas’a ve Filistin’e karşı tavrı da gerçekçi bir saptama yapmak gerekirse Netanyahu’nun pozisyonundan pek farklı değil.
Peki, bu durum Türkiye’de cihatçılık ve daha da radikal bir İslamcılık tehdidiyle mücadele eden laik ve seküler çevreler için olumlu mu? Elbette olumlu. İyi bir gelişme bu.
Zaten işte tam da bu nedenle bugün siyasal İslamcıların gittikçe ABD’den uzaklaşarak Fransa, İspanya gibi Avrupa ülkelerinden medet umduklarını görüyoruz. Yanılıyorlar. Kapitalizmin özelliği gereği en zengin, en güçlü ülke hangisi ise diğerleri tıpkı büyük şirketlerin bayileri gibi onun etrafında toplanırlar. Beyaz Saray’da geçen hafta Trump’ın etrafında kümeleşen Avrupa liderleri de eninde sonunda Siyasal İslamcılığa karşı daha açık ve net bir çizgiye geleceklerdir.
Sonuç olarak Avrupa’da radikal sağın yükselişi dünyadaki gelişmelere paralel olarak Avrupa’nın ABD’ye yakınlaşmasına işaret ediyor. Siyasal İslamcıların iddia ettikleri gibi başlı başına bir “Neonazi” ya da İslamofobi tehdidi değil bu, bir tehdit varsa bunun kaynağı ancak ABD olabilir. Aşırı sağ tehdidinden korkanlar bu tavırlarında ciddi iseler önce ABD ile ilişkilerini kesmeliler. Çünkü Trump yönetimi açık açık bu partilerin hamisi ve destekçisi gibi davranıyor. Önce bunu görelim.
Kayahan Uygur
Odatv.com
Oda TV